Geçenlerde bir arkadaşımla oturuyoruz bir çay bahçesinde. Ramazan bayramı da henüz yeni geçmişti. Güzel bir güz güneşi sanki tepemizden bize bakarak gülücük saçıyordu. Sohbetimiz yudumladığımız çaylar arasında koyulaşıyor, çaycı uzaktan gözlerinin ucuyla çaylarımız bitmiş mi diye bizi kontrol ediyordu. Rüzgar ise hafifçe esintisiyle yanaklarımızı okşuyordu. Bu arada çaylarımız soğutmamaya dikkat ediyorduk…
Neden sonra sohbetin tam ortasında bilmek yetmez diyorum arkadaşıma. Hiçbir bilgi tek başına yeterli değildir diye de açıklama yapıyorum. Bakışlarından büyük bir iddiada bulundun, nereye varmak istiyorsun diye sorduğunu anlıyorum. Bu genel yargımı özelleştirerek ve örneklerle açıklayacağımı söylüyorum. Fakülte yıllarından arkadaşım ve aynı zamanda meslektaşım, bakışlarını bana dikerek hadi anlat artık diyordu sanki. Ne demeli, nasıl başlamalıydı şimdi?
Bizler din adına çok şey öğreniyoruz ve biliyoruz ya da öyle olduğunu sanıyoruz diyorum ve şöyle devam ediyorum. İmanın şartlarını daha okuma yazmaya yeni başladığımız yıllarda ezberleyip öğreniyoruz, biliyoruz. İslam’ın şartlarını da biliyoruz. Otuz iki farzı da elif ba cüzlerinden öğrenmiştik, oradan biliyoruz. Hatta bunları tek bir nefeste ezberden de sayabiliyoruz.( Çocukluğumuzda camide açılan yaz/kış kurslarında(mekteplerde) bunları öğrenirken tek bir neftse kim sayacak diye yarış ettiğimiz hatırladım şimdi) Elli dört farz ise ilmihal tarzı çeşitli din kitaplarında yer alıyordu. Onları da okumuştuk, haberimiz var. Bunlar ve bunların dışında daha çok şey var bildiğimiz dinle ilgili olarak.
Asıl mesele şimdi ortaya çıkıyor işte. Neyi, ne kadar ve nasıl bildiğimiz önemli elbette. Ama bence bilginin davranışa dönüşmesi gereken kısmında problemimiz olduğu kesin… Çeşitli ayetlerde Yüce Allah’ın sürekli iman edenler ve salih amelde (güzel davranışlarda) bulunanlar şeklindeki vurguda bulunması boşuna değil. İmanımızda şüphe yok. Ama imanın amele dönüşmesi gereken durumlarımızda da problemimiz olduğu da bir gerçek.
Örneğin kaderin varlığına iman, bir inanç gerçeği olarak benimsenirken yanlış irade kullanımı sonunda oraya çıkan suçluluk durumlarında kaderi suçlayan nice örneklerin oluşu bilginin/imanın nasıl da farklı algılanıp uygulamada nasıl da sorun yaşadığımızı ortaya çıkarıyor İbadetlerin çeşitli şekillerini bilip ve bir mü’min olarak bunları benimsemek gerektiğinin zaten farkındayız. Ama bir zekatın verilmesi konusunda, kesilen kurbanın dağıtılması konusunda, verilmesi gereken bir fitrenin verilmesi konusunda ne kadar da zorlanır oluyoruz bazen. Biliyoruz bunları yapmak gerektiğini ama nefse ağır gelen işte bunları uygulamak oluyor nedense. Yüce rabbimizin günlük özel davetiyelerinin (namaz) farkındayız elbette. Günün belirli saatlerinde ve belli zaman dilimlerinde gerçekleşmesi gereken bu randevulara mutlaka gitmek gerektiğini de biliyoruz. Bazen gitmek de istiyoruz öylece ya da bazen sanki bizi tutup engelleyen içsel duvarı aşamıyoruz bir türlü… Ama her şeye rağmen bilen, farkında olan ve uygulayanlardan olabilmek bizi mutlu etmeye yetiyor mu?
İşte bu yüzden diyorum bilmek yetmez diye. Biliyorum, farkındayım demek bizim iddiamız. O zaman bize düşen bir görev var. Bildiğimizi ispatlamak. İnancımızı, teslim oluşumuzu yansıtmak. Onları göstermek. Kısacası tüm bunları davranışlarımızla süslememiz gerekiyor.
Elbette bilmek önemli. Ama sadece bilmek hiçbir zaman tek başına yeterli değil.
Sizce de öyle değil mi?
20.10.2008 | Musa AYDOĞDU